Saturday 26 April 2008

nereden çıktı, bahara değmişken, bu kokusuz yağmur?

Zamanın akışkanlığını bölerdi belki kelimeler güçlü olsaydı. Zayıf, tizden bir “re” notası gibi uzaktan bakıp kalmıştı zamana. İnanıyordu ki güçlü bir ses ancak Duré’nin sonu olur –anın bölünmezliğini kıracağına inanıyordu işte çocuk…

Büyümek sebepsiz bir acıydı; hani şu “Neyin var?”lara, “Bilmem” dediklerimizden. Büyümekten korkmam diyen, ukala bir çocuktu oysa. Dışına bile akamıyordu şimdi gözyaşları. Gömdüğü her cenazenin ardından ellerindeki toprağı silemiyordu; bunca yıl içtiği devrim türkülerine ve ucuz aşk şiirlerine kıyamadığından. Biriken toprak kalıntılarından ellerini göremiyordu artık. Varlığını hissetmek elleri olduğunu bilmeye yetmiyordu. Kalıntıları silecek kadar yeniden başlayamıyordu hiç, kalıntıların öykülerini yıkayıp atmaya cesaret edemiyordu. Ondandı belki de hep “görülen geçmiş zaman” çekimli olumsuz fiillere sığınması… Ama zaman hep sayısız öyküye dönüşen, şaşalı cümleler ekliyordu belleğine… Yeni Dalga filmlerine öykünen cümleleri –sanata saygıdan demeli belki de- duyulmamış sayamıyordu.


Katliamdı her filmin sonu; kanı akmadan bitmiyordu, kanı akmakla bitmiyordu. Kesilmesi yasaklanan “Tanık Ağaç” gibi kalıyordu her katliamın sonunda. Fanuslarını kıramıyor, kentin en fahişe güneşine kavuşamıyor, köklerinden beslenemiyordu. Görülen geçmiş zaman çekimli olumsuz fiillerini durdurmak için, ellerinde toprak kalıntıları ve zihninde Yeni Dalga filmleriyle susmak için, kentin hiç bulamadığı dehlizlerinde kaçıyormuşçuluk oynuyordu: kutsal üç nokta anlatmaya devam etsin diye...