Friday 6 June 2014

Nasıl

Kendimi bir anda uzay boşluğunda gezerken buluyorum. Ana konudan bağımsız ne konuşulursa – ki en temel örneği araba jantı, alınan bir kıyafet, maçtaki pozisyon ya da şahane “cookieler” yapan o yeni cafe olabilir- kendimi nefes alamadığı için susan, boşlukta asılı, kasksız bir astronot gibi hissediyorum.

Boğazımla, midemin hemen üzeri arasındaki yük ve çekilme hissi hiç durmuyor. Uzak bir şehirde,...
bol yıldızlı göğe makyajsız bakıp içerken bile aklımdan şiirsel kelimeler değil “nasıl” geçip duruyor. Bu nasıl, kendini “nasıl değişir”den, “nasıl olur böyle şey”e uzanan farklı kumaşlarda dokuyup duruyor. Kafamda dokuma tezgahı sesi.

Utancım büyüyor da büyüyor. Hayatımda ilk defa bir çocuğun cenazesine gidiyorum. Bu ülkenin Ork’ları bana bunu zorla yaşatıyor. İçimdeki kara kaşlar martı olup uçamıyor. Elimde telefonla, bağıra bağıra ağladığım o sabah, içimden uçamıyor. Uçup giderse gözüm kör olsun.

Elim kömür, yüzüm kömür. Üzerine bir kelime söyleyecek yüzüm yok, utancımdan gömseler beni buraya, sesim çıkmaz. Dakika dakika tükeniyorum. Gece üçten sabah altıya uyuyup uyandığımda uykumdan çok insanı yitiriyorum. Ork’lar basıyor yine ortalığı. Sus diye bağırıyorum, sesim çıkmıyor kabuslardaki gibi. Bitmiyor acısı, dayanılır şey değil.

Nereye dönsem, neye baksam “nasıl”. Aklım başka türlü işlemiyor. Mehmet diyorlar içim kor, Abdocan diyorlar içim kor, Ali İsmail diyorlar içim kor, Berkin diyorlar içim sel. Kanıma pansuman yapacak kadar susmuyorlar, durmuyorlar. Sınır demiyorlar, çocuk demiyorlar. Anneler konuşuyor, anneler ağlıyor, anneler tükeniyor, öfkem tükenmiyor. Bıraksa acımı yaşayacakken acımı illa ki konuşup öfkeye vurduyorlar. Sarmala kapılmış dönüyorum, kasksız bir astronot gibi.

Sahip olduğum herşeyden, bulunduğum her yerden utanıyorum. Şirazesiz sarkıtlar gibi.