Saturday 5 September 2015

Çok Kibardı İstanbul’un Rum Garsonları


3 tarafı denizlerle çevrili yurdumuz, geçmişinden utanmak isteyenler için bir cennet niteliğindedir. En küçük cenaze taramalarından, büyük işkencelere kadar her renk ve zevke göre utancı bünyesinde özenle barındırmaktadır. Ortamını bulup da utanmaya başladınız mı, ardı arkası gelmez. Öyle bir utanır, öyle bir utanırsınız ki, sizden sonrakilere utanç kalmaz. Bu sebeple toplumsal hafızamız da bir avuç fil hafızalı ve Yılmaz Özdil şiirleri kadardır.


Bu utançların benim yüreğimde en geçmeyeni 6-7 Eylül’dür. 60 yıl boyunca bir isim konacak kadar bile konuşulamadığı için tarihle andığımıza inandığım, acı dolu 6-7 Eylül. Geçtiğimiz yıllardaki yıldönümünde açılan fotoğraf sergisinin ülkücüler tarafından basılıp dağıtıldığı 6-7 Eylül.

Bugün “Araplar bastı iyice” diye söylendiğiniz Beyoğlu’nun, hep trafiğinde takıldığınız Kurtuluş’un, Tatavla’nın, Moda’nın, İzmir Fuarı’nın, belki yüzlerce kez önünden geçtiğiniz binalarında, karşı komuşusu tarafından malını mülkünü geçtim, bir de canına ve namusuna kast edilen sahipleri. Menderes’in başkanlığında ince ince işlenen büyük kumpas ile ellerinde Rumlar başta olmak üzere gayrimüslimlerin ev ve işyerlerini belirten dökümler, hepsi birbirinin aynısı sopalar ile saatlerini kurmuşçasına aynı dakikada onlarca yerden hareket eden paralı provokatörler. Yanındaki Rum çırağı “sen erken git evladım bugün” diyerek korumaya çalışan ve sopayı kaptığı gibi saldıran güruha katılan gaddar, cani, sapkın insanlar. Kendi tanıdığına “o bizim gayrimüslimimiz. Tanıyoruz” gibi mantık sınırlarını aşan bir yaklaşımla,
Moda’da yağmayı bırakıp elinde sopa ile Lefter’İn evini korumaya giden o sakin yuzler.

Bugün kendinden gayrısı ile bir arada duramama, barışı bir türlü inşa edememe sebebimiz, Moda’daki Rum mezeciyi, Beyoğlu’ndaki Ermeni kürkçüyü, 75 adet Rum Ortadoks Kilisesi’nin tamamını yakmaya, öldürmeye, evini basmaya giden; daha önce hiçbir sabıkası bulunmayan sıradan insanların oluşturduğu on bin kişilik cani topluluktur. Bugün daracık bir kültürde, paskalyaların farklı günlerde olduğunu bile bilmeden büyüyen çocuklarımızın kolayca faşist olabilme ihtimalini yağma ile yok eden adamlar, elleriyle inşa etti.
Geçen yıl bugün, Kurtuluş’ta merdivenlerine oturarak gözümde canlandırmaya çalıştığım evin üçüncü katında, 60 yıl önce kaynatılan kazanlarca su ve kezzap ile canını savunmayı uman Rum kadının korkusunu hayal edin. Karşısındaki gayrimüslim mezarlığında onlarca adam toprağı kazarak, ölüleri dışarı çıkarmakta. Mezarlık duvarında boydan boya dizilmiş polis adeta onları koruyor. Beyoğlu tarafından üçüncü kez karanlık bir duman yükseldi, yanık kokusu hiç dinmedi akşamdan beri. Alt mahallelerden kadın çığlıkları geliyor. Eve gelen kocası canını zor kurtarmış yüzü bembeyaz. Diğer 5000 mülk gibi onun da dükkanını demir testereler ile kesip içindeki malları yağmalarlarken, onu hanın arka avlusundan kaçıran Türk komşusundan dahi korkmuştu.

“Papazın kızlarını istediler. 'Burada yoklar' dedik. Papazı aldılar, bir motosikletin arkasina bağladılar, yol boyunca çektiler." 


Gazeteler yazmıştı oysa. Buradaki kiliseler Kıbrıs’taki Rum çetelerine para topluyordu. Atamızın da evinde bomba patlatmışlardi. Yazıyordu işte, normalde 50bin tirajlı iken, o gün acil baskı ile 290bin basan ve az önce ellerine bedavaya tutuşturulan dandik İstanbul Ekspres gazetesi yazıyordu. Yağma mübahtı, elin varmıyorsa da ispiyon devlet borcuydu.
Ertesi gün kaçamadı Türkiye’nin yaralı azınlık toplulukları. Yunanistan sorun çıkardı, Türkiye malların satışını durdurdu – zaten sonra da büyük kısmına el koydu. Toplamda 6 aya yakın, zulüm gördükleri bu topraklarda mecburen kaldılar. Sonra da zengin kültürlerini, kırık yüreklerine doldurup gittiler. Memleketi, bugünkü faşist ve cahil topluluğun baskın olduğu hale getiren vahşiliği ile başbaşa bırakıp göçtüler. Çok az konuşan tanığı dışında, sözleşilmiş bir büyük suskunluğun utancını yaşıyoruz. Mübadele ardından Varlık Vergisiyle tırmanıp 6-7 Eylül’le darbe yiyen insanlık, Kıbrıs harekatı ile de kalan son cemaatlerini kaybettirdi İstanbul’a.


Yunanistan’a ilk defa giden babama, garsonların tüm ülkede ne kadar neşeli ve hoş sohbet olduğunu anlatırken “ah tabi ya” diyor gözleri dalgın. İstanbul’un Rum garsonları vardı. Çok kibar, zarif adamlar. Mekana gitmenin sebebiydi onlar. O ihtimam, güleryüz… Bir gece saat iki miydi ne, canımız makarna çekti. Ziftlenmişiz bir yerde, hiçbir mekan bakmaz yüzümüze. Gittik Koço’ya. Dedik ‘usta bize bir tencere makarna yapar mısın?’. İkiletmeden ‘tabi beyim’ dedi, özenle servis açtı. Çok kibardı İstanbul’un Rum garsonları.”

12 yaşında yatılı bir çocuktu babam 6-7 Eylül’de. Karaköy’deki Fransiz lisesinde papazlar telaşa kapılmıştı. Türk ‘bebe’leri, Türk vahşilerden nasıl koruyacaklarını düşünüyorlardı, tünelleri inceliyorlardı. Çocuklar hiç anlayamadı olanları.

Thursday 23 July 2015

Kalemden Gelen Budur

Acısı, öfkesi ve kötülüğü bitmeyen ülkenin, hala “Bir köşesinde domates yetiştiririm. Arka bahçede de rakının dibini kardeş payı yaparız” hayalini 33 yıldır söndürmemiş neferiydim bendeniz. Hayattaki her bir yılıma bir hayat denk düşürecek kadar çok çocuğu bir günde öldürdüler. Filtresiz gülüşlerine utancımdan uzun uzun bakamadığım, ama mutlaka bir yerden hatırladığım çocukları. Hani 10 yıl geçmese bizim fakülteden diyeceğim çocukları. Hani şu sosyolojideki kıvırcık kızla, hep kantin girişinde takılan esmer oğlan. İyi düşünen insanları, iyi düşünen insanların gözleri bir yerlerden ısırır mı hep? İyi düşünen insanları, kötü düşünen insanlar bir yerlerde öldürmek ister mi hep? İyisi bu kadar iyi, kötüsü bu kadar mı kötü olur bir memleketin? Dandik senaryoların uydurma kahramanları gibiyiz. Ya Hulusi Kentmeniz ya da Suzan Avcı.

Ben sanırdım ki, 30’dan sonra herhangi bir anda, yüzümde kırışıklar belirdiğinde ve arkadaşların çocukları ‘teyze’ diye seslendiğinde yaşlandığımı anlayacağım. ‘Benim içimdeki çocuk’tan alıp sazı ‘hissettiğin yaş’a kadar götürürüm sanırdım. Bu ülkede, kendi yaşından küçük bedenlerin cenazesine gittiğinde anlıyormuşsun yaşlandığını. Berkin’i toprağa verirken parçalanan çocukluğuma, uçurtmanın ucuna resmini bağlayıp göğe salmak pansuman olmuş muydu? Yitip gidenlerin ardından çocuksu ritüeller yapmak ayıp mıydı? Yasımızı da bulunduğumuz tarafa göre tutmak zorundayız değil mi? “Taraf olmazsan bertaraf olursun” özlü sözündeki müzikaliteye çomak sokan kabadayı tavrından kıllansaydınız hiç yoksa. Ben insanlıktan yana taraf tutuyorum, adam nefretten yana. Elimde insanlık başıboş bekliyorum. Uluslararası ehliyeti yok çünkü 'insanlık' tarafının. Acımızın uluslararsı bir geçerliliği oluyor mu peki? Unuturlarsa onların da kalbi kurusun değil mi?

“Allah evlat acısı yaşatmasın” tümcesini, bu kadar çok çocuk öldürmemiş bir Letonya dilbilimcisi dehşet içinde inceliyor mu mesela? Başka ülkelerdeki iyi insanlar da bizim çocuklarımıza üzülüyor mudur? “Alexis’in adını biliyoruz ve unutmuyoruz” diye hatırlattı dün bir arkadaş. Ege’nin hatırına Ali İsmail yazmış mıdır bir Yunanlı grafitici duvarlara? Yıllardır birinin ismini an gelir de unutursam, ellerimle kurşun sıkmış olurum sandığım bunca gidenin ardından, 32 çocuğun adını aklım almaz ki acısını yüreğim kaldırsın.


Ben şimdi kan değmemiş hangi toprağı bulayım da ekeyim hibrit tohumları?