Tuesday 18 November 2008

Issız Ada(m) – durdukça demlenen film

1 ay sonra gelen EDIT: Gönül istemezdi elbet Taksim boyunca "Anlamazdın" çalsın, bir dönem beyoğlu marşı ilan ettiğimiz polifonik melodiler gibi. Gönül yine istemezdi ki bu kadar suyu çıkarılıp mecburen dalga geçme unsurumuz olsun Çağan'ın herhangi bir filmi. Taktir edersiniz ki gönül hiç istemez bir Reina gencini tavlayamayan sarışın hanım kızımız Alperle özdeşleştirip kendi katarsisinin suyunu çıkarsın. Denecek tek bir şey kalıyor ey canlar, gönül bu malum aka da konuyor boka da...


Popüler kültür mantarı olduk blog açınca. Piyasada ne konuşuluyorsa yapıştırıyorum sayfaya. Ama yazmasam olmaz. Çağan Irmak’ı tüm bölümleri 5 tur izlediğim Çemberimde Gül Oya serisi ile hayatın anlamı ve 80'lerin her evde bulunan yeşil cam şekerliği ilan edebilecek biri olarak özellikle.


Malumunuz ağladık, fakat yine malumunuz ki bu bir kriter değil! Issız Adam kabul edilmeli ki biraz yavaş ilerleyen, çok da anlatacak vakası olmayan, pek de film olsun diye çekilmemiş bir hikaye aslında. Karakterlerin telaffuzlarındaki sekmeler ve ses tonlarının hiç dublaj Türkçesi barındırmaması, film izlemekten çok tanıdık birilerinin öyküsünü dinlemeye benziyor-işte bu çok güzel. Bir restoran işletmek, küçük dükkanının arka balkonu, kullanılan tüm mekanların tuğla duvarlı olması, hayat kadınlarının görmüş geçirmiş ve sindirmiş şirin tavırları, mutfakta beraber yemek yapma keyfi, sarılmadan uyuyamamak, orta yaşa yakın bir adamın liseli aşık kadar aşka uzak -cinselliğe yakın kalmış hayatı, küfür eden gerçekçi kadınlar, klişelerle dalga geçip aşık olduğu anda klişelerden keyif alan karakterler-ki bu hepimiz oluyoruz aslında- ve çoğu zaman kaçırdığımızı sandığımız mutluluğun gerçekten kaçırdığımız mutluluklar olduğunu anladığımız bir final… Çünkü söylenmeyen sözlerin verdiği ağırlığı taşıyamayarak ağlıyoruz filmin sonunda. Eğer kaçırmışlıkları yoksa izleyenin çok fazla gözyaşı akıtacağını sanmam. Belki de bu yüzden izleyenlere ithaf etmiştir Çağan bu filmi…

Elimi attığım mutluluk elimde kalıyor demiştim, bozuk kapı kolları gibi hepsi. Bir yerlerde birilerine fazla kaldığımızı söyledikleri benliğimiz, ve başka birilerinin bu lafın bir eyyam olduğunu söyleyerek yıktığı inançlarımız. Herşeyinden keyif alırken birlikte kurduğumuz dünyanın, sanki çok bilirmiş gibi inatla reddettiğimiz bilinmez mutlulukları. Bir hikaye vardır ya hani; karşılaştığın insan bir heykeldir ve kendi kilinden katmaya başlarsın ona. sonra bir bakarsın ki kendi şeklini yitirip senin vermek istediğin şekle büründürmüşsün. bu yüzden hep kendini şekle sokamamış küçük heykelleri seçeriz, kolayca istediğimizi yaratabilelim diye; kendi şeklini beğensek de daha fazla kil katamayacağımız insanları istemeyiz. bir süre hayranlık duyup, kilimizi alıp yola çıkarız. İşte Özel Bal da bu durumda der ki: Ben seviyorsam sen bahanesin... buna benzediği için belki sonu, keyif alırken bir anda terk eder gibi bittiğinden bu güzel olabilecek öykü, çok çekti içine beni. yönetmen tanrısıysa bu işin ve 'sonsuza kadar mutlu' yaşatmadıysa karakterleri, hayatımızın bir dönemindeki 'peki neden?' sorusunu sorduğumuz ana geri döndürüyor.


Belki fazlasıyla geldiği için başıma, belki restoranı olduğundan Alper’in, belki yemekte papatya koyduklarından cam önüne, belki Puslu Kıtalar Atlası okuduğundan Ada, benim için bu kadar özelken Une Belle Histoire çalmasından, sokakta koşuşan aşk telaşında, belki benim kadar korkuları varken hadi bakalım diye tuttuğu mutluluk elinde kaldığından, belki de aşk film repliklerine duyulan hayranlıktan yani bir sebepten çok sevdim filmi. Hem de hiç sinematografik olarak eleştiremeyecek kadar. Ben sanırım Çağan’ın anlattığı hikayeyi sevdim yalnızca. Güzel hikaye anlatanları dinlemeyi sevdiğim gibi.. bizim gibi biraz…

Thursday 13 November 2008

Une Belle Histoire

Her şey kendi düzenini buluyor, kendince bir düzlem çizip kendi dengesini kuruyor. Benim düzenim biraz erken 80’ler, Hulusi Kentmen babacanlığı, Filiz Akın güzelliği, 45lik plaklar. Adada kış arifesinde bisiklete binen mavi bereli kız biraz. Yeni açılan gıcır kitaplardan çok bekareti bozulmuş sahaf kitabı. Yaşam daha zor ve sundukları daha azken, yaşananın daha naif olduğu anlar. Söylediklerimizin daha film repliği, paylaştıklarımızın daha biz olduğu.. Kitaplar arasına bırakılan notlar biraz, yazının gülümsettiği ve yazılanın değerli olduğu. Yan masayla selamlaştığımız, tabakta son lokmaya hiç uzanmadığımız, şarabın sonunu eşit paylaştırdığımız yemekler. Etiketlerimizin yapıştırdığı yalan saygınlığı kapıya asıp çirkin sesimizle hep birlikte rezil olduğumuz ve bundan çok keyif aldığımız şarkılar…
Fonda Une Belle Histoire çalan bir yaşam sanırım biraz…