Sunday 28 December 2008

mutluyuz di mi...

Bırakıp gitmelerin tren garı ayrılıkları kadar acı vermesinden gayrı derdimizi yok. Bu da geçecek yakında, yakını beklemekle avunuyoruz. Beklemenin keyfini çıkaramayan iki telaşlı çocuk. Zaman geçip gidiyor işte; güneş erken batıcı, sabah hemen olucu, paydos geç gelici. Avunuyoruz; gittikçe delirdiğimizi bilirken geriye kalan yarım akıllarımıza bin şükürle avunuyoruz. Kıçımıza kaçan toz pirelerine altmışaltıya üç bir krallık kuruyoruz. Her şey öyle kolay geliyor, öyle bizim için dünya. Ki o dünya yıkılsa, köşede bir küçük yeşil efe açtırıp balık sofrasına kurulacağız; fonda hep mi sevdiğimiz şarkılar, hep mi taze biter topik.. Dünya yıkılsa, altında beraber birer tek rakı, bas bariton bir Vücut İkliminin Sultanısın söylemeden ölmeyiz biliyorum. Ki beraber ölmenin şekline bile yemin etmişken yerkürenin tek komünist toprağında. Başım dönüyor.. yok rakıdan değil… başım dönüyor, toplama beni.. gerçekliği kaybetmeye başladığımın tek kanıtı bu…

Tuesday 2 December 2008

Bu senin eski zaman gizlerin yalnız gibi ağaçlar gibi

tüm gece okunur mu baştan sona insan aklında bir şiir... hani dilimize takılan şarkılar gibi, durmadan başa sararak kalabalıkların içinde.. susmazken beynimdeki ses ve müzik alkolden beter sarhoş ederken durmadan başa sarar mı aynı şiir. hem de "durma kendini hatırlat" derken bir dizesi...

http://www.antoloji.com/w/siir/siir.asp?siir_id=4067&sair=133&sira=18&adet=45

Tuesday 18 November 2008

Issız Ada(m) – durdukça demlenen film

1 ay sonra gelen EDIT: Gönül istemezdi elbet Taksim boyunca "Anlamazdın" çalsın, bir dönem beyoğlu marşı ilan ettiğimiz polifonik melodiler gibi. Gönül yine istemezdi ki bu kadar suyu çıkarılıp mecburen dalga geçme unsurumuz olsun Çağan'ın herhangi bir filmi. Taktir edersiniz ki gönül hiç istemez bir Reina gencini tavlayamayan sarışın hanım kızımız Alperle özdeşleştirip kendi katarsisinin suyunu çıkarsın. Denecek tek bir şey kalıyor ey canlar, gönül bu malum aka da konuyor boka da...


Popüler kültür mantarı olduk blog açınca. Piyasada ne konuşuluyorsa yapıştırıyorum sayfaya. Ama yazmasam olmaz. Çağan Irmak’ı tüm bölümleri 5 tur izlediğim Çemberimde Gül Oya serisi ile hayatın anlamı ve 80'lerin her evde bulunan yeşil cam şekerliği ilan edebilecek biri olarak özellikle.


Malumunuz ağladık, fakat yine malumunuz ki bu bir kriter değil! Issız Adam kabul edilmeli ki biraz yavaş ilerleyen, çok da anlatacak vakası olmayan, pek de film olsun diye çekilmemiş bir hikaye aslında. Karakterlerin telaffuzlarındaki sekmeler ve ses tonlarının hiç dublaj Türkçesi barındırmaması, film izlemekten çok tanıdık birilerinin öyküsünü dinlemeye benziyor-işte bu çok güzel. Bir restoran işletmek, küçük dükkanının arka balkonu, kullanılan tüm mekanların tuğla duvarlı olması, hayat kadınlarının görmüş geçirmiş ve sindirmiş şirin tavırları, mutfakta beraber yemek yapma keyfi, sarılmadan uyuyamamak, orta yaşa yakın bir adamın liseli aşık kadar aşka uzak -cinselliğe yakın kalmış hayatı, küfür eden gerçekçi kadınlar, klişelerle dalga geçip aşık olduğu anda klişelerden keyif alan karakterler-ki bu hepimiz oluyoruz aslında- ve çoğu zaman kaçırdığımızı sandığımız mutluluğun gerçekten kaçırdığımız mutluluklar olduğunu anladığımız bir final… Çünkü söylenmeyen sözlerin verdiği ağırlığı taşıyamayarak ağlıyoruz filmin sonunda. Eğer kaçırmışlıkları yoksa izleyenin çok fazla gözyaşı akıtacağını sanmam. Belki de bu yüzden izleyenlere ithaf etmiştir Çağan bu filmi…

Elimi attığım mutluluk elimde kalıyor demiştim, bozuk kapı kolları gibi hepsi. Bir yerlerde birilerine fazla kaldığımızı söyledikleri benliğimiz, ve başka birilerinin bu lafın bir eyyam olduğunu söyleyerek yıktığı inançlarımız. Herşeyinden keyif alırken birlikte kurduğumuz dünyanın, sanki çok bilirmiş gibi inatla reddettiğimiz bilinmez mutlulukları. Bir hikaye vardır ya hani; karşılaştığın insan bir heykeldir ve kendi kilinden katmaya başlarsın ona. sonra bir bakarsın ki kendi şeklini yitirip senin vermek istediğin şekle büründürmüşsün. bu yüzden hep kendini şekle sokamamış küçük heykelleri seçeriz, kolayca istediğimizi yaratabilelim diye; kendi şeklini beğensek de daha fazla kil katamayacağımız insanları istemeyiz. bir süre hayranlık duyup, kilimizi alıp yola çıkarız. İşte Özel Bal da bu durumda der ki: Ben seviyorsam sen bahanesin... buna benzediği için belki sonu, keyif alırken bir anda terk eder gibi bittiğinden bu güzel olabilecek öykü, çok çekti içine beni. yönetmen tanrısıysa bu işin ve 'sonsuza kadar mutlu' yaşatmadıysa karakterleri, hayatımızın bir dönemindeki 'peki neden?' sorusunu sorduğumuz ana geri döndürüyor.


Belki fazlasıyla geldiği için başıma, belki restoranı olduğundan Alper’in, belki yemekte papatya koyduklarından cam önüne, belki Puslu Kıtalar Atlası okuduğundan Ada, benim için bu kadar özelken Une Belle Histoire çalmasından, sokakta koşuşan aşk telaşında, belki benim kadar korkuları varken hadi bakalım diye tuttuğu mutluluk elinde kaldığından, belki de aşk film repliklerine duyulan hayranlıktan yani bir sebepten çok sevdim filmi. Hem de hiç sinematografik olarak eleştiremeyecek kadar. Ben sanırım Çağan’ın anlattığı hikayeyi sevdim yalnızca. Güzel hikaye anlatanları dinlemeyi sevdiğim gibi.. bizim gibi biraz…

Thursday 13 November 2008

Une Belle Histoire

Her şey kendi düzenini buluyor, kendince bir düzlem çizip kendi dengesini kuruyor. Benim düzenim biraz erken 80’ler, Hulusi Kentmen babacanlığı, Filiz Akın güzelliği, 45lik plaklar. Adada kış arifesinde bisiklete binen mavi bereli kız biraz. Yeni açılan gıcır kitaplardan çok bekareti bozulmuş sahaf kitabı. Yaşam daha zor ve sundukları daha azken, yaşananın daha naif olduğu anlar. Söylediklerimizin daha film repliği, paylaştıklarımızın daha biz olduğu.. Kitaplar arasına bırakılan notlar biraz, yazının gülümsettiği ve yazılanın değerli olduğu. Yan masayla selamlaştığımız, tabakta son lokmaya hiç uzanmadığımız, şarabın sonunu eşit paylaştırdığımız yemekler. Etiketlerimizin yapıştırdığı yalan saygınlığı kapıya asıp çirkin sesimizle hep birlikte rezil olduğumuz ve bundan çok keyif aldığımız şarkılar…
Fonda Une Belle Histoire çalan bir yaşam sanırım biraz…

Sunday 19 October 2008

27 yaş krizi: Marihuana İllegal!

Evet, müzik dünyasında bir efsane 27 yaş krizi. Kurt Cobain, Jimi Hendrix, Janis Joplin, Jim Morrison… daha da var sanırım. Hepsi de dönem dönem playlistimde en üstlerde yer aldı sırasıyla. Tüh ulan, keşke dinlemeseydim! Bir nevi Ring filmi etkisi olur mu acaba?

Şehir efsanesi mi bilinmez ama bir 27 yaş krizi olgusu var ortada. Özellikle bu sene 27. doğum günüm sebebiyle biri yazılı olmak üzere toplam 6 kere tekrarlanan bir uyarı. Ee.. ne istiyorsunuz peki, transfer ücreti ödeyip 28’e geçemem ya!

Elbet öncesinde arıza vermeye başlar. Tam da doğum gününde başlamıyor ya bu meret! Şimdi oturup düşününce biraz yerine oturuyor taşlar. Bir gün Bozcaada’da rakılı balıklı bir yaşam düşlerken, iki hafta sonra Bozburun’un sakinliğinden afakanlar basıyor. Aynı sabah arabada güne Pink Floyd’la başlayıp, 3 saniye sonra >> Ben Harper, 1 dakika sonra >> Yeah Yeah Yeahs, çıkar CD’yi Cold Play >>hani ya da benim Franz Ferdinand’ım >> daral geldi koy bi Gogol.. offf radyoyu aç, kanalı geç, bunu da geç.. ohh işe geldik! Özetle çal bakem Beatles’dan HELP!

Aynı hafta ’68 kuşağın anlatan bir anı kitabına başlayıp, yarısında burjuva bir ressamın hayatına, onun ortasına varamadan yeraltı edebiyatına, tam bitiremeden Türkiye’de Alevilik incelemesine, aman bitiyor derken yarım bıraktığın bir Rus klasiğine en sonunda da hepsini kapayıp televizyonun karşısına geçiveriyorsun.

13-14 yaş bunalımlarının yenilenmiş hali- Version 2 with upgraded features! Bir gün eller havaya çiçekten çiçeğe konarım neşesi, ertesi gün rakıya gidelim aşığım ulen narası. Biri tutup çeksin seni istiyorsun-öyle biri yoksa yandın, başka herkes batıyor çünkü. Gece çıkıyorsun iç iç iç-dens dens dens; aaaa iki saat sonra bir diptesin, aman allahım bir arabesk aşk, gözyaşı sel, mendil koşturan yok muuu?

Ergenliği de erken yaşamıştım, pek çok haltı zamansız yaptığım gibi. Bunun da çok başında sayılmam da, henüz yarıladık gibi de gözükmüyor. Özünde zaten dengesiz bir insan evladı olarak bu sene belli ki pek bir garip geçecek. Uzmanlar öyle diyor. Acaba diyorum şu üç beş entel huyumdan da kurtulsam, odun gibi girsem bu yıla, Janis Joplin’e oranla intihar riskimi azaltır mıyım?

İşte bu noktada en sevdiğim 27 yaş yazısını da okumayanlara armağan edeyim. Met-Üst’ten geliyor
“Kimseyi enterese etmeyecek kişisel bir yılın yılsonu envanteri” afiyet olun…

foto:
deviant larajade

Sunday 12 October 2008

Sev dünyayı, açılır her kapı işte SUSAM SOKAĞI

Susam Sokağı, TRT’nin bizim kuşağın kişilik gelişimine vurduğu en büyük damgaydı sanırım. Clementine’den korktuğunu 20 yaşından sonra itiraf eden bir kuşaktan bahsediyoruz. Hakan Abi’nin minik kuş ile aynı evde yaşamasında zoofilik bir yapı aramayacak kadar saf, Edi ve Büdü’nün gay olmadığını düşünecek kadar özgür düşünceye sahip ve Tahsin Usta’nın bedava bisiklet tamir etmesini garipsemeyecek kadar iyiliksever bir kuşaktan.
En nihayetinde ben tırtılların asla asla asla asla kahverengi bot giymediği bilincinde ve tanımlayamadığım cisimlerin köşelerini sayarak muvaffak olabileceğime inanan bir çocukluk geçirdim. Bugün bile ‘Hulahop tereyağlı ballı ekmek’ diyen bir Yaman Sarısaman
karakterini, koca kafalı ve bol makyajlı Bratz kızlarına tercih ederim. Kaldı ki tek parmağını havada tutarak ‘kurabiye yemenin incelikleri’ni anlatan bir kurabiye canavarı bin pokemona bedeldir!
Biraz büyüyüp de ünlü Muppet Show’un yönetmeni olarak gördüğümde Kermit, benim için Fatih Akın’dan daha çok Türktü. Ortaokulda Orhan Veli’nin Yazık Oldu Süleyman Efendi’ye şiiri okunurken hep bu şarkı çalmıştı kafamda. Hiç birşeyden çekmemişti Süleyman Efendi nasırından çektiği kadar- arada kalmıştı
ve başına gelen en acıklı durumdu bu Kermit’in… Yüksek sesle söylediğimde herkesin devamını getirebileceği çocukluk şarkılarımız var hiç yoksa- TRT korosunun, karşılaştırma yeteneğimin yeni geliştiği bir dönemde, bir gün ormana baltayla giren-ertesi gün fidanlar ağaca dönmeli yurdumda diye tüm algılarımı bertraf eden muz çoraplı çocuk korosu hariç elbette.
Susam Sokağı’nı geri istiyorum! Muppet Show için TRT’ye mektup yazmışlığım bile var!
1-2-3-4-5-6-7-8-9-10-11-onikiiii….. Bu benim önüm, önüm önüm… keyifli, neşeli, tasasız çıkar hayatın tadını… dağdan bir kız geiyor döne dööneee… en sevdiğim sayı altı... yukardakilerrr-aşağıdakilerrrr… yep, yep, yep, radyo, radyo, radyo, radyo…

proxcima estacion: Felicita!

Gün döndü-yeni bir yılla birlikte. 28imin ilk 1 saat 17 dakikasını, birazcık soluk almak için belki, yumuşak bir içki ve bir o kadar yumuşak bir müzikle hissediyorum. Hissetmeyi seviyorum, en az yaşanan anı tanımlayarak anlamlı kılmayı sevdiğim kadar. İnsanlar gelir, eğlenceler yapılır, güzel dilekler, kahkahalarla kutlanır elbet ama şu an kadar gerçek olur mu o an bilmem. Kendimle şu anki kadar gurur duymam, yaptıklarımı gözden geçirip bu kadar mutlu olmam- kendini her an eleştiren biraz takıntılı bir tip için özellikle-zor. Komik olan, hep ‘ileride yapacağım’ dediklerimin büyük çoğunluğunu gerçekleştirmemişim. Bir o kadar da keyfini çıkarmışım hayal etmenin.

Ama gerçek olan ne biliyor musun? Sadece bir liste önümde bekleyen. Hepsini yapsam bile mutlu olur muydum gerçekten- hiç sanmıyorum. Yarattığımız ya da parçası olduğumuz güzel anlar kadar yaşıyoruz çünkü. Mutlu bir an yaşamak uğruna çabaladığım sürecin tam ortasında ölebilirim ve sadece harcanmış bir zamanla kalabilirim çünkü ortada. Kağıda yazılabilen bir başardıklarım listesi o kadar çöpü ki bu yaşama işinin…

Yok hayır hedonist değilim, ‘anı yaşa’ klişesine hiç girmiyorum, "anlık hazzın yanında, sonsuzluğun lafı mı olur" diyen Baudelaire’i çok beğensem de.

27 yılda en iyi yaptığım iş iyi olmakmış sanırım. Evet iyi olmak. İyi bir dost, iyi bir sıradan arkadaş, iyi bir seyahat eşi, iyi bir kız çocuğu, iyi bir sırdaş, iyi bir dinleyici, iyi bir kar yağışının keyfini çıkarıcı, iyi bir manzara izleyicisi, iyi bir değer anlayıcı, iyi bir yeni kesilmiş çimen koklayıcısı, asla iyi bir öğrenci değil ama iyi bir içki masası arkadaşı. İçine sayısal ölçüler sokamadığımız iyileri, iyi becermişim galiba. Yok, şımarmıyorum-hem doğum günüm bugün şımarırım istersem ama şımarmıyorum. Çünkü başkalarının acısında arkamı dönüp gittiğim hiç olmadı. Uzak, yakın kimin canı yansa yarasına üflemeye çalıştım. Ve çok güldüm, hep birlikte yine, yine severek birçoklarını. Değer verdim, değer veriyormuşçuluk oynamadan, içimden koparak. Çünkü istemediklerimi yanımda barındırmayalı uzun zaman oluyor. Yalan söyledim elbette herkes gibi ama yalancı gülücüklerim olmayacak kadar dürüst kaldım.

Şimdi bu koca dünyaya sunacak bitirilmemiş bir TO Do LIST’e karşılık “iyi” var elimde. Ve bu kadarıyla dilekler tutacağım bu yıla dair. Sanırım bu yıl hem iyi hem de kötü anlar için, sadece hak ettiğim kadarını yaşamak istiyorum.

Thursday 9 October 2008

Singin' La La Lala La La Lé...

Mutlu olmak ortak gaye: Katliamlar ve evliliklerin tek ortak noktası... "Herkesin derdi kendine büyük" derdi annanem; herkesin derdi kendiyle büyüyor artık. Hep bir yanımız eksik; hangi deliğini yamasak elek gibi yaşamımızın, hep bir tarafından su kaçırıyor. "Tam" olamıyoruz bir türlü, tamamlanmaya çalışıyoruz o yüzden. "İnsan buldu mu bırakmamalı peşini. Neyi, niye bekliyoruz ki..." sevdiğim ve çok ağladığım sahnenin, okunduğunda basit gelen ama izlenince anlamlanan repliği. Ama yaşam herşeyi istediğin sırada yaşamana bazen izin vermiyor. Aralar sokuyor araya-aralandıkça eleğin deliklerinden akan su çoğalıyor, yamamakta zorlanıyor insan. Ne diyebiliyorsun ki 'neyi, niye bekliyorsun', ne diyebiliyorsun ki 'neyi beklemekten niye yoruldun'. -ebilememek bileşik fiilli bir hikayenin uzağındaki izleyici olarak 00:45'te bir Cold Play şarkısı* dinlemek kadar pedal gitar ritimleri, ritim vokalleri ve aksak davulu. İnsan o yüzden bu kadar güzel bir piano ile bitsin istiyor...

*Cold Play - Cemeteries of London

Sunday 28 September 2008

accidently a fetish portrait

fetiş fotoğrafçılığını beğeniyorum. bu alana girdiniz mi takipçisi olacağınız pek çok isim çıkıyor karşınıza. aslında bir arkadaşımın dergideki yazısı tetiklemişti, zaten beğendiğim bir kaç isimden daha da fazlasını izleme isteğini. Türkiye'de gelişmesi-gelişse bile adını duyurması çok da imkanlı gözükmüyor. spermlerini sildiği mendilden sergi açan bir ressam ile, sanatsal fetiş fotoğraflarını web sitesinde background yapan porocuların arasında sıkışıp kalıyor çünkü. Oysa ki en başarılı fetiş fotoğrafları (bence) nesnelerle çekilen ve manken kullanılmayanlardır.
Yukarıda küçük halini gördüğünüz de benim tesadüfen çektiğim ve bence fetiş kategorisine girecek bir fotoğrafım. Kabul, ahşap sütunlar işi biraz bozuyor, ama kadının uzanışı, ayna efekti ve mekan algısının birbirine girmesi açısından pek de fena bulmadım. belki de bunun bir agent provocateur arka vitrini olması da etkilidir! -evet cansız manken-itiraf ediyorum :)
Bugün fotoğrafçılıktan bahsederken pek de konuya hakim olmayan bir arkadaş fetiş fotoğrafçılığı lafı geçince biraz huysuzlandı. aklı selim hiçbir insan bu fotoğraflara bakarken tahrik olmadığı gibi, fetiş fotoğrafçılığına ilgi duyuyorum demek de 'haydin, ortayı açın da sevişek' demek değildir.
Daha da komiği, bugün kullanılan fetiş kelimesinin kökeninde tapınılan ve uğur getiren nesneler yatıyor. Velhasıl-ı kelam bu alandaki kariyer yolundan 'sanat için soyun'mak geçmiyor.
Vikipedi, Fetiş başlığı:
Fetiş, ilkel toplumlarda tapınılan ya da uğur getirdiğine, kişiyi koruduğuna inanılan nesne. İlkel
dinlerde, taş, bitki, hayvan vb. fetişlere tapmak biçiminde başlamıştır. Fetiş ve ilkel büyü bir arada olduğu için, büyücülere "fetişçiler" denirdi. Müslümanlık'tan önce Kabe'yi dolduran putlar birer fetişti. Günümüzde büyük çoğunluğu Afrika'da yaşayan ve sayıları giderek azalan fetişistlere rastlanmaktadır. Ayrıca kimi cansız eşyayı uğurlu sayma; düşmanlarını, balmumundan fetişleri ile büyüleme; kimi hayvan ve bitkilerin kutsallığına inanma insanların ilkellik dönemlerindeki fetişizmden kalma yargılardır.

Tuesday 23 September 2008

In a Manner of Speaking…

Yoksun bırakmasın bir daha hayat, dar zamanlara çok şeyler sıkıştırmayı öğrenmişken biz. Varlığını hissetmediğim an olmamıştır da, kokunu bir daha özletmesin bu kadar. Daha mevsimi döndürememişken içimde ve şımarık kız çocukları gibi söylenirken güneşi kaybettiğime, kente düşen yağmuru bu akşam bu kadar sevdiysem bil ki ıslanmanın anlamı olduğundan kabullenişim kışa kayan sonbaharı.

Dinleyecek öyküler var yakılmış bir krallığın külleri ortasında. Mevsim dönüp de rüzgarda kalınca duvarları örülür mü yeniden bilmiyorum. Birilerinin toprağının kokusunu duymasından bile korkarken soyunup oturulan krallık, akıtılan gözyaşının hatırına kendini bir daha gösterir mi bilmiyorum. Aidiyet ekleri katılır mı yine sözlüklere ve bu kadar tashihe mahal kalmadan konuşulur mu yine o kıyıda bilmiyorum. Yan yana büyür müyüz yine, ölçüp biçmeden çıktığı gibi gelir mi yine sözler ve sıralamakla bitmeyecek kadar çok şey kısacık zamanlara sığar mı yine hiç bilmiyorum. En azından büyüdüm, ya da sadece büyük bir kız çocuğuyum artık ve anlatacak çok şey var, biriktirdiklerimi açgözlülükle salmadan zamana yayıyorum. Benim gibi telaşlı anlatıcılar için zor. Belki de şarkıda söylediği gibi her şeyi hiçbir şey söylemeden anlatmayı öğrenmeli…

*Novelle Vague: In a manner of speaking

Sunday 21 September 2008

Tüm sonradan öğrenilmişlikleri atıp

Adadan beri böyle… Garip bir iç huzur, kimi zaman sersem bir gülümseme yapışan suratıma, dünya yıkılsa çok da canım sıkılmayabilir. Adaya adım attığımdan beri böyle… Ardından çok söz, çok hikaye yazdım elbette. Ama oradayken çok sevdiğim birine birkaç satır karalamıştım. Bozcaada postanesinden üzüm resimli bir pulla yollamak istesem de son noktayı koyamamışım adanın rüzgarında.

“…diyeceğim odur ki, evim galiba orası. Kaynağını bilemediğimiz Egelilik de oradan geliyor. Biraz rüzgarda migreni tutan ben adanın poyrazında ıslak saçlarımı kuruttuysam; iki kadehte yanaklarım pembeleşirken öğlenki soğuk şarabımı gece rakıyla aldattıysam bil ki evim orasıdır. Geçirdiğin yarım günün sonunda sen sandığın her şey gidip de kendin kalınca ortada, üstündeki şehirlilik gömleklerini bir bir soyunup çırılçıplak durunca poyrazda, anlıyorsun…”

İçimin deniz ve poyraz kokusu, kentin baskın beton kokusuna rağmen hala geçmedi. Sadece nefes alabilmemize anlam veremiyorum bazen. Hava kokusu alamıyorum çoğu zaman; yıldız görmek mucize istiyor ve mucizelere inanmıyor bu kentin insanları. Zaten kafasını göğe çevirdiğini de söyleyemem pek, içlerinde “accross the universe” çalmıyor hiç. Demek değil ki her gün bayram, ben bir Pollyanna sokaklarda, kasaba halkıyla müzikal çeviriyorum. Ya da demek değil ki her Pazartesi neşeli şarkılarla işe gidiyorum-trafik sıkışıkken yandaki otobüse küfretmiyorum ve gazete başlıklarına tebessümle bakıyorum. Gün yine aynı, kapalı havalar beni de depresif yapıyor elbet, hala yarım kalmış aşkların ve kanayan başkaldırıların acıları içimde, hala hüzünlü şarkılar ağlatıyor. Ama, dedim ya adaya gittiğimden beri rüzgarla temizlenmiş bir kadın, içimde ütopyaya inancını büyütüyor… kendi ütopyama… sadece bizim gibilerin varolduğu günlere inancım, ne kadar büyüsem de bitmiyor. Herkesin eliyle fesleğenin yapraklarına dokunup koklamak kadar hissetmeyi sevdiği bir yaşama... Geçmişin acılarına, işkencelere, baskı gören azınlıklara, güçlü ve inatçı kadınların çocuk yetiştirdiği topraklara, kana bulanan kent meydanlarına, çocukluğa işleyen postal izlerine, yakılmış kitap kokusuna, susturulmuş bağırışlara, yasaklara ve yasaklananlara saygımızı yitirmeden, her yağmurla hafızalarımızı silmeden, bu kadar çabuk unutmadan kuracağımız ütopyaya inancım hiç geçmedi… Bahçesinde çocukların koşturduğu, mavi pervazlı, beyaz badanalı evlerin arka bahçesine kurulan çilingir sofralarında, iki parmak rakıyı paylaşır gibi eşitlikçi ve apolitik günlere inancım geçmedi. Yeraltı edebiyatının karanlık sever yazarlarının da, sokakta sızıp kalan gececinin de, arka mahalledeki fahişenin de, senin de benim de bir sabah uyanıp günaydınlaşacağımız sabaha, sadece emeğin ve yaratıcılığın değer bulacağı zamanlara… Adada kendimle kalınca fark ettim ki, inancım hiç geçmedi… adadan beri böyle...

Thursday 18 September 2008

Katip Arzuhalim Yaz Yare 'word'de

Sanmıştım ki ben de bir blog açarsam takır takır yazarım her gün. Hem yazdıklarımı sağdan soldan toplamak, elimi attığım her yerde çoktan unuttuğum yazlarıma rastlayıp bir de şaşırmak gibi durumlarım olmaz. Düzene girerim- annemin yıllardır ümitle beklediği gibi ‘odamı toplarım’ sanmıştım. Dün gece yine elimde kağıt-kalemle yakaladım kendimi, bir önceki gece de ve bir önceki gece de… Klavyede yazmak daha hızlı olmasına rağmen insanın tutuculuğu bastırıyor. Belli ki kağıt ve kalemle yaşadığımız hazzı, klavyeden alamıyoruz; internette tavla oynamak gibi bir halt bu da.

Uzak-yakın mesafe, her ulaşım aracında küçük boy bir defterin sayfalarını doldurmaya başlardım eskiden. Attan inip arabaya bineli direksiyon tutan elim yazamaz oldu. Dalgalı, rüzgarlı, vapur düdüklü göçebe yazılarım da böylece yerleşik toplum hayatına geçti.

Mimar Sinan kantin ahalisi sağolsun, canın çekerse hiç ilişmeden oturabileceğin bir özgürlük sunar sana. Ee hava güzelse de terasa gidersin, aklıevvellerin o zamanlar daha yıkmadığı Barbaros’un hasır sandalyelerine çökersin. Elin boş duracak değil ya, okumazsan yazarsın orada da. Yaş kemale erip elimi iş kapısına bağlayınca, benim o zamansız yazılarım, akşam 20:00 gece 02:00 mesaisinde belediye kaleminde memuriyete başladı bu sefer de.

Öğrenci hali, zaman o kadar bol ki, kalanında kendi kendine bir yerlere gitme lüksün bile var. İş çıkışı yemeğe gitsen üç beş dost sohbetini anca sığdırıyorsun şimdi. Haliyle sofra ortasında da açıp defteri yazmak olmuyor- meze dökülüyor, şarap damlıyor, zırt-pırt servis değişiyor, eş-dost huysuzlanıyor. Topla defteri kalemi, seni ev paklar. Velhasılıkelam ‘yazacak yerin yok şu dünyada’ kafirliğinden, mutaassıp ev tipi yazıcılığa da geçtik.

Yerleşik, memur ve ev tipi yazılarım, bir değişimi daha reddettiğinden belki de, klavyeye geçemedim bir türlü. Blog da bir gazla açılıp, yarı çıplak kaldı orta yerde. Vapur kenarında bilgisayarı açacak kadar da mallaşmadık şükür. Size diyorum; teknoloji mbps hızlarda yaşamın naif taraflarını süpürse de, eninde sonunda ‘Yeni Sayfa Aç’ diyoruz ‘Notebook’larımıza; Dillerin Azizliği!

Sunday 7 September 2008

The Fall geliyor The Fall!

TRAILER'ını seyret!
http://thefallthemovie.com/

IKSV Film Festivali sene içinde kendime yaptığım en büyük kıyaktır lise sondan beri. Gelmeden önce bir heyecan, film listeleri açıklandığında dibini koklayıp 'keleğine gelmesek' seçmecesi, artık internetten k.kartıyla da olsa benim için her zaman kartona işaretlenen bilet sayılarını Beyoğlu'ndaki Sesam binasına teslim etmece. (vakti zamanının 'biz' hissi uyandıran seçkin festival izleyicisi, reklemlardan olsa gerek, festivale patlamış mısırla giren şekilsiz bir kalabalığa dönüştü ama o ayrı bir başlık konusu olsun ilerde) Öğrenciyken bol vakit az para, şimdi de 19-22 seanslarında bahtıma ne çıkarsa. H.sonu üstüste 3, performansa bağlı olarak 4 film birden dayayıp seanslararsı triatlon. Bu sene kimi duygusal buhranlardan kelli 7 filmle kariyerimin en kötü rekoltesini versem de "en iyiler" listemde üç numaraya yerleşen bir filmi yakalamış olmam büyük şans: THE FALL.
Dini temalardan mitlere, modern dünya kahramanlarından westernlere, doğu efsanelerine, kölelik sistemine, ırkçılığa, bozuk Amerikan sistemine kadar binlerce gönderme, onlarca alt metin dolu. Ama farzet ki odunun tekisin ve bu altmetinleri okuyabilecek dağarcığın yok; işitme engelliler için muhteşem görselliği, görme engelliler için dayanılmaz müzikleri var. Tek bir dijital efekt kullanılmadan yaratılan masalsı görsellik insanın içinde hızla yüksekçe bir yerden zıplayan arabada olma hissine sebep oluyor. Ve ağlatan gerçeklik ve katarsisin son noktası... Yoruluyorsun düşünürken-neresinden alsam da yazsam diye. Seyredin! diye bağırıp susmak gerek belli ki. 2006da yapılan bu film tüm dünyadaki festivalleri dolanadursun 9 Eylülde DVD olarak dünyada satışa çıkıyor. Bize gelmesi sürer epey ama amazon.com'dan sipariş edilebilir. edilmelidir. izlemeden ölmemelidir. benim yazacağım film yorumu da bu kadar olur gecenin 04ünde. Daha entelektüel eleştirilerde buluşmak üzere artık!

Friday 5 September 2008

Yeni jenerasyonun sorunu basılmayan Beyaz Seriler…

Çamlıca gazoz tekrar sahnelerde.. gazı azaltılmış, daha şekerli ve caanım şişesi ve metal kapağı değiştirilmiş. Bir heves alıp kamışla föpürdetmeye çalıştığınızda aynı performansı vermediği gibi mevcut gazını da yitiriyor. Yine de saniyelik flashbackler yaşatmak için yeterli.

Küçük avcumu yumruk yaparak tuttuğum gazoz parasıyla sırada bekliyorum. Kumlu ayaklarım şekilsiz taşın gölge kısmında olmaktan mutlu. Ama önümdeki adamın işinin uzamasından mutsuzum. Üstelik kıyıda bir kumdan kale inşaası bensiz devam etmekte. Kale duvarını süsleme görevim, kesin su taşımaktan kaytaran o bücürük tarafından kapılmıştır bile. Radarımda büfeci, gözgöze geliğimiz anda, çırtlak sesim sahnede “abi bi gazoz alabilir miyim?" Telaşımı gören kremlin sarayında tavan süsleme ustasıyım sanır. Aynı telaşla anneye teslim edilen gazoz ve kale inşaatına geri dönüş: “Taam ben geldim. Git sen su taşı!”

Deniz kıyısında kumu kazıp suya ulaşan çocuk, her duyguyu yeni yeni tattığı için midir bilinmez, coşkuyla bağırır: “Su çıktı, hşş.. su çıktı” ve mutlaka kıyıya döner: “annee.. su çıktı, anne baakk!”.
Anne, güneş yağı bulaştırdığı Harlequin’inden kafasını bile kaldırmaz. Oysa “Sanki petrol kuyusu buldun düdük. Denize 5 karış mesafedesin tabi su çıkar!” dese, ne güzel bir anne modeli olurdu di mi?

Şimdiki pedagojik formatif annelerse bir garip. “Aaa.. su mu çıkardın? İnanılmaz. Havuz olsun o zaman burada” gibi anlamsız cümlelele çocukların oyununun ortasına, pasaportsuz, vizesiz dalar oldular. Her yaptığı salak girişim karşısında şaşıran ve takdir eden bir anne, çocuğun gerçeklikten büsbütün uzaklaşmasına; yaptığı her işi anormal bir halt sanmasına, bu özgüvenle büyüyüp erken yaşta doyumsuzluğa ulaşmasına sebep oluyor oysa.

Annem iyi ki okumuş Harlequin’leri...

Saturday 26 April 2008

nereden çıktı, bahara değmişken, bu kokusuz yağmur?

Zamanın akışkanlığını bölerdi belki kelimeler güçlü olsaydı. Zayıf, tizden bir “re” notası gibi uzaktan bakıp kalmıştı zamana. İnanıyordu ki güçlü bir ses ancak Duré’nin sonu olur –anın bölünmezliğini kıracağına inanıyordu işte çocuk…

Büyümek sebepsiz bir acıydı; hani şu “Neyin var?”lara, “Bilmem” dediklerimizden. Büyümekten korkmam diyen, ukala bir çocuktu oysa. Dışına bile akamıyordu şimdi gözyaşları. Gömdüğü her cenazenin ardından ellerindeki toprağı silemiyordu; bunca yıl içtiği devrim türkülerine ve ucuz aşk şiirlerine kıyamadığından. Biriken toprak kalıntılarından ellerini göremiyordu artık. Varlığını hissetmek elleri olduğunu bilmeye yetmiyordu. Kalıntıları silecek kadar yeniden başlayamıyordu hiç, kalıntıların öykülerini yıkayıp atmaya cesaret edemiyordu. Ondandı belki de hep “görülen geçmiş zaman” çekimli olumsuz fiillere sığınması… Ama zaman hep sayısız öyküye dönüşen, şaşalı cümleler ekliyordu belleğine… Yeni Dalga filmlerine öykünen cümleleri –sanata saygıdan demeli belki de- duyulmamış sayamıyordu.


Katliamdı her filmin sonu; kanı akmadan bitmiyordu, kanı akmakla bitmiyordu. Kesilmesi yasaklanan “Tanık Ağaç” gibi kalıyordu her katliamın sonunda. Fanuslarını kıramıyor, kentin en fahişe güneşine kavuşamıyor, köklerinden beslenemiyordu. Görülen geçmiş zaman çekimli olumsuz fiillerini durdurmak için, ellerinde toprak kalıntıları ve zihninde Yeni Dalga filmleriyle susmak için, kentin hiç bulamadığı dehlizlerinde kaçıyormuşçuluk oynuyordu: kutsal üç nokta anlatmaya devam etsin diye...