Sunday 28 September 2008

accidently a fetish portrait

fetiş fotoğrafçılığını beğeniyorum. bu alana girdiniz mi takipçisi olacağınız pek çok isim çıkıyor karşınıza. aslında bir arkadaşımın dergideki yazısı tetiklemişti, zaten beğendiğim bir kaç isimden daha da fazlasını izleme isteğini. Türkiye'de gelişmesi-gelişse bile adını duyurması çok da imkanlı gözükmüyor. spermlerini sildiği mendilden sergi açan bir ressam ile, sanatsal fetiş fotoğraflarını web sitesinde background yapan porocuların arasında sıkışıp kalıyor çünkü. Oysa ki en başarılı fetiş fotoğrafları (bence) nesnelerle çekilen ve manken kullanılmayanlardır.
Yukarıda küçük halini gördüğünüz de benim tesadüfen çektiğim ve bence fetiş kategorisine girecek bir fotoğrafım. Kabul, ahşap sütunlar işi biraz bozuyor, ama kadının uzanışı, ayna efekti ve mekan algısının birbirine girmesi açısından pek de fena bulmadım. belki de bunun bir agent provocateur arka vitrini olması da etkilidir! -evet cansız manken-itiraf ediyorum :)
Bugün fotoğrafçılıktan bahsederken pek de konuya hakim olmayan bir arkadaş fetiş fotoğrafçılığı lafı geçince biraz huysuzlandı. aklı selim hiçbir insan bu fotoğraflara bakarken tahrik olmadığı gibi, fetiş fotoğrafçılığına ilgi duyuyorum demek de 'haydin, ortayı açın da sevişek' demek değildir.
Daha da komiği, bugün kullanılan fetiş kelimesinin kökeninde tapınılan ve uğur getiren nesneler yatıyor. Velhasıl-ı kelam bu alandaki kariyer yolundan 'sanat için soyun'mak geçmiyor.
Vikipedi, Fetiş başlığı:
Fetiş, ilkel toplumlarda tapınılan ya da uğur getirdiğine, kişiyi koruduğuna inanılan nesne. İlkel
dinlerde, taş, bitki, hayvan vb. fetişlere tapmak biçiminde başlamıştır. Fetiş ve ilkel büyü bir arada olduğu için, büyücülere "fetişçiler" denirdi. Müslümanlık'tan önce Kabe'yi dolduran putlar birer fetişti. Günümüzde büyük çoğunluğu Afrika'da yaşayan ve sayıları giderek azalan fetişistlere rastlanmaktadır. Ayrıca kimi cansız eşyayı uğurlu sayma; düşmanlarını, balmumundan fetişleri ile büyüleme; kimi hayvan ve bitkilerin kutsallığına inanma insanların ilkellik dönemlerindeki fetişizmden kalma yargılardır.

Tuesday 23 September 2008

In a Manner of Speaking…

Yoksun bırakmasın bir daha hayat, dar zamanlara çok şeyler sıkıştırmayı öğrenmişken biz. Varlığını hissetmediğim an olmamıştır da, kokunu bir daha özletmesin bu kadar. Daha mevsimi döndürememişken içimde ve şımarık kız çocukları gibi söylenirken güneşi kaybettiğime, kente düşen yağmuru bu akşam bu kadar sevdiysem bil ki ıslanmanın anlamı olduğundan kabullenişim kışa kayan sonbaharı.

Dinleyecek öyküler var yakılmış bir krallığın külleri ortasında. Mevsim dönüp de rüzgarda kalınca duvarları örülür mü yeniden bilmiyorum. Birilerinin toprağının kokusunu duymasından bile korkarken soyunup oturulan krallık, akıtılan gözyaşının hatırına kendini bir daha gösterir mi bilmiyorum. Aidiyet ekleri katılır mı yine sözlüklere ve bu kadar tashihe mahal kalmadan konuşulur mu yine o kıyıda bilmiyorum. Yan yana büyür müyüz yine, ölçüp biçmeden çıktığı gibi gelir mi yine sözler ve sıralamakla bitmeyecek kadar çok şey kısacık zamanlara sığar mı yine hiç bilmiyorum. En azından büyüdüm, ya da sadece büyük bir kız çocuğuyum artık ve anlatacak çok şey var, biriktirdiklerimi açgözlülükle salmadan zamana yayıyorum. Benim gibi telaşlı anlatıcılar için zor. Belki de şarkıda söylediği gibi her şeyi hiçbir şey söylemeden anlatmayı öğrenmeli…

*Novelle Vague: In a manner of speaking

Sunday 21 September 2008

Tüm sonradan öğrenilmişlikleri atıp

Adadan beri böyle… Garip bir iç huzur, kimi zaman sersem bir gülümseme yapışan suratıma, dünya yıkılsa çok da canım sıkılmayabilir. Adaya adım attığımdan beri böyle… Ardından çok söz, çok hikaye yazdım elbette. Ama oradayken çok sevdiğim birine birkaç satır karalamıştım. Bozcaada postanesinden üzüm resimli bir pulla yollamak istesem de son noktayı koyamamışım adanın rüzgarında.

“…diyeceğim odur ki, evim galiba orası. Kaynağını bilemediğimiz Egelilik de oradan geliyor. Biraz rüzgarda migreni tutan ben adanın poyrazında ıslak saçlarımı kuruttuysam; iki kadehte yanaklarım pembeleşirken öğlenki soğuk şarabımı gece rakıyla aldattıysam bil ki evim orasıdır. Geçirdiğin yarım günün sonunda sen sandığın her şey gidip de kendin kalınca ortada, üstündeki şehirlilik gömleklerini bir bir soyunup çırılçıplak durunca poyrazda, anlıyorsun…”

İçimin deniz ve poyraz kokusu, kentin baskın beton kokusuna rağmen hala geçmedi. Sadece nefes alabilmemize anlam veremiyorum bazen. Hava kokusu alamıyorum çoğu zaman; yıldız görmek mucize istiyor ve mucizelere inanmıyor bu kentin insanları. Zaten kafasını göğe çevirdiğini de söyleyemem pek, içlerinde “accross the universe” çalmıyor hiç. Demek değil ki her gün bayram, ben bir Pollyanna sokaklarda, kasaba halkıyla müzikal çeviriyorum. Ya da demek değil ki her Pazartesi neşeli şarkılarla işe gidiyorum-trafik sıkışıkken yandaki otobüse küfretmiyorum ve gazete başlıklarına tebessümle bakıyorum. Gün yine aynı, kapalı havalar beni de depresif yapıyor elbet, hala yarım kalmış aşkların ve kanayan başkaldırıların acıları içimde, hala hüzünlü şarkılar ağlatıyor. Ama, dedim ya adaya gittiğimden beri rüzgarla temizlenmiş bir kadın, içimde ütopyaya inancını büyütüyor… kendi ütopyama… sadece bizim gibilerin varolduğu günlere inancım, ne kadar büyüsem de bitmiyor. Herkesin eliyle fesleğenin yapraklarına dokunup koklamak kadar hissetmeyi sevdiği bir yaşama... Geçmişin acılarına, işkencelere, baskı gören azınlıklara, güçlü ve inatçı kadınların çocuk yetiştirdiği topraklara, kana bulanan kent meydanlarına, çocukluğa işleyen postal izlerine, yakılmış kitap kokusuna, susturulmuş bağırışlara, yasaklara ve yasaklananlara saygımızı yitirmeden, her yağmurla hafızalarımızı silmeden, bu kadar çabuk unutmadan kuracağımız ütopyaya inancım hiç geçmedi… Bahçesinde çocukların koşturduğu, mavi pervazlı, beyaz badanalı evlerin arka bahçesine kurulan çilingir sofralarında, iki parmak rakıyı paylaşır gibi eşitlikçi ve apolitik günlere inancım geçmedi. Yeraltı edebiyatının karanlık sever yazarlarının da, sokakta sızıp kalan gececinin de, arka mahalledeki fahişenin de, senin de benim de bir sabah uyanıp günaydınlaşacağımız sabaha, sadece emeğin ve yaratıcılığın değer bulacağı zamanlara… Adada kendimle kalınca fark ettim ki, inancım hiç geçmedi… adadan beri böyle...

Thursday 18 September 2008

Katip Arzuhalim Yaz Yare 'word'de

Sanmıştım ki ben de bir blog açarsam takır takır yazarım her gün. Hem yazdıklarımı sağdan soldan toplamak, elimi attığım her yerde çoktan unuttuğum yazlarıma rastlayıp bir de şaşırmak gibi durumlarım olmaz. Düzene girerim- annemin yıllardır ümitle beklediği gibi ‘odamı toplarım’ sanmıştım. Dün gece yine elimde kağıt-kalemle yakaladım kendimi, bir önceki gece de ve bir önceki gece de… Klavyede yazmak daha hızlı olmasına rağmen insanın tutuculuğu bastırıyor. Belli ki kağıt ve kalemle yaşadığımız hazzı, klavyeden alamıyoruz; internette tavla oynamak gibi bir halt bu da.

Uzak-yakın mesafe, her ulaşım aracında küçük boy bir defterin sayfalarını doldurmaya başlardım eskiden. Attan inip arabaya bineli direksiyon tutan elim yazamaz oldu. Dalgalı, rüzgarlı, vapur düdüklü göçebe yazılarım da böylece yerleşik toplum hayatına geçti.

Mimar Sinan kantin ahalisi sağolsun, canın çekerse hiç ilişmeden oturabileceğin bir özgürlük sunar sana. Ee hava güzelse de terasa gidersin, aklıevvellerin o zamanlar daha yıkmadığı Barbaros’un hasır sandalyelerine çökersin. Elin boş duracak değil ya, okumazsan yazarsın orada da. Yaş kemale erip elimi iş kapısına bağlayınca, benim o zamansız yazılarım, akşam 20:00 gece 02:00 mesaisinde belediye kaleminde memuriyete başladı bu sefer de.

Öğrenci hali, zaman o kadar bol ki, kalanında kendi kendine bir yerlere gitme lüksün bile var. İş çıkışı yemeğe gitsen üç beş dost sohbetini anca sığdırıyorsun şimdi. Haliyle sofra ortasında da açıp defteri yazmak olmuyor- meze dökülüyor, şarap damlıyor, zırt-pırt servis değişiyor, eş-dost huysuzlanıyor. Topla defteri kalemi, seni ev paklar. Velhasılıkelam ‘yazacak yerin yok şu dünyada’ kafirliğinden, mutaassıp ev tipi yazıcılığa da geçtik.

Yerleşik, memur ve ev tipi yazılarım, bir değişimi daha reddettiğinden belki de, klavyeye geçemedim bir türlü. Blog da bir gazla açılıp, yarı çıplak kaldı orta yerde. Vapur kenarında bilgisayarı açacak kadar da mallaşmadık şükür. Size diyorum; teknoloji mbps hızlarda yaşamın naif taraflarını süpürse de, eninde sonunda ‘Yeni Sayfa Aç’ diyoruz ‘Notebook’larımıza; Dillerin Azizliği!

Sunday 7 September 2008

The Fall geliyor The Fall!

TRAILER'ını seyret!
http://thefallthemovie.com/

IKSV Film Festivali sene içinde kendime yaptığım en büyük kıyaktır lise sondan beri. Gelmeden önce bir heyecan, film listeleri açıklandığında dibini koklayıp 'keleğine gelmesek' seçmecesi, artık internetten k.kartıyla da olsa benim için her zaman kartona işaretlenen bilet sayılarını Beyoğlu'ndaki Sesam binasına teslim etmece. (vakti zamanının 'biz' hissi uyandıran seçkin festival izleyicisi, reklemlardan olsa gerek, festivale patlamış mısırla giren şekilsiz bir kalabalığa dönüştü ama o ayrı bir başlık konusu olsun ilerde) Öğrenciyken bol vakit az para, şimdi de 19-22 seanslarında bahtıma ne çıkarsa. H.sonu üstüste 3, performansa bağlı olarak 4 film birden dayayıp seanslararsı triatlon. Bu sene kimi duygusal buhranlardan kelli 7 filmle kariyerimin en kötü rekoltesini versem de "en iyiler" listemde üç numaraya yerleşen bir filmi yakalamış olmam büyük şans: THE FALL.
Dini temalardan mitlere, modern dünya kahramanlarından westernlere, doğu efsanelerine, kölelik sistemine, ırkçılığa, bozuk Amerikan sistemine kadar binlerce gönderme, onlarca alt metin dolu. Ama farzet ki odunun tekisin ve bu altmetinleri okuyabilecek dağarcığın yok; işitme engelliler için muhteşem görselliği, görme engelliler için dayanılmaz müzikleri var. Tek bir dijital efekt kullanılmadan yaratılan masalsı görsellik insanın içinde hızla yüksekçe bir yerden zıplayan arabada olma hissine sebep oluyor. Ve ağlatan gerçeklik ve katarsisin son noktası... Yoruluyorsun düşünürken-neresinden alsam da yazsam diye. Seyredin! diye bağırıp susmak gerek belli ki. 2006da yapılan bu film tüm dünyadaki festivalleri dolanadursun 9 Eylülde DVD olarak dünyada satışa çıkıyor. Bize gelmesi sürer epey ama amazon.com'dan sipariş edilebilir. edilmelidir. izlemeden ölmemelidir. benim yazacağım film yorumu da bu kadar olur gecenin 04ünde. Daha entelektüel eleştirilerde buluşmak üzere artık!

Friday 5 September 2008

Yeni jenerasyonun sorunu basılmayan Beyaz Seriler…

Çamlıca gazoz tekrar sahnelerde.. gazı azaltılmış, daha şekerli ve caanım şişesi ve metal kapağı değiştirilmiş. Bir heves alıp kamışla föpürdetmeye çalıştığınızda aynı performansı vermediği gibi mevcut gazını da yitiriyor. Yine de saniyelik flashbackler yaşatmak için yeterli.

Küçük avcumu yumruk yaparak tuttuğum gazoz parasıyla sırada bekliyorum. Kumlu ayaklarım şekilsiz taşın gölge kısmında olmaktan mutlu. Ama önümdeki adamın işinin uzamasından mutsuzum. Üstelik kıyıda bir kumdan kale inşaası bensiz devam etmekte. Kale duvarını süsleme görevim, kesin su taşımaktan kaytaran o bücürük tarafından kapılmıştır bile. Radarımda büfeci, gözgöze geliğimiz anda, çırtlak sesim sahnede “abi bi gazoz alabilir miyim?" Telaşımı gören kremlin sarayında tavan süsleme ustasıyım sanır. Aynı telaşla anneye teslim edilen gazoz ve kale inşaatına geri dönüş: “Taam ben geldim. Git sen su taşı!”

Deniz kıyısında kumu kazıp suya ulaşan çocuk, her duyguyu yeni yeni tattığı için midir bilinmez, coşkuyla bağırır: “Su çıktı, hşş.. su çıktı” ve mutlaka kıyıya döner: “annee.. su çıktı, anne baakk!”.
Anne, güneş yağı bulaştırdığı Harlequin’inden kafasını bile kaldırmaz. Oysa “Sanki petrol kuyusu buldun düdük. Denize 5 karış mesafedesin tabi su çıkar!” dese, ne güzel bir anne modeli olurdu di mi?

Şimdiki pedagojik formatif annelerse bir garip. “Aaa.. su mu çıkardın? İnanılmaz. Havuz olsun o zaman burada” gibi anlamsız cümlelele çocukların oyununun ortasına, pasaportsuz, vizesiz dalar oldular. Her yaptığı salak girişim karşısında şaşıran ve takdir eden bir anne, çocuğun gerçeklikten büsbütün uzaklaşmasına; yaptığı her işi anormal bir halt sanmasına, bu özgüvenle büyüyüp erken yaşta doyumsuzluğa ulaşmasına sebep oluyor oysa.

Annem iyi ki okumuş Harlequin’leri...