Tuesday 15 September 2009

Parça işi hüzünler yapışır oldu…

Üstüste geldi be memleketim ana haber bültenleri ve dönem belgeselcileri. Siz de az durmadınız şarkılar. Üstüme parça işi hüzünleri yapıştırıp gittiniz. Parça işi ağlamalarla, sahiplenemediğim bir eğreti duyarlı insan tavrı kaldı yüzümde. Metreyle almış olsam hüznümü, huysuzluğuma “neyin var?” diyene, metre metre göstereceğim.

Eğer dava adamı değilsen ya da toplumsal korumacılık üst başlığında kıytırık da olsa bir yardım derneğinin kendini paralayan üyesi olmadıysan benim gibi oluyorsun. Haber bültenleri kadar üzülüp, iki saat sonra başka birşeye güldüğünde anlamsız bir utanç basıyor. Şirkette internet üzerinden haberleri gördüğün an yaşadığın şaşkınlıkla karışık acıyı “arkadaşlar şu an insanlar ölüyor biryerlerde” gibi kıytırık bir cümleyle ifade edebiliyorsun. Aklın almıyor otobanda insanların sel ile ölebileceğini. Haber bültenleri kadar üzülüp, hassas diş gibi soğukta sızlıyorsun.

12 Eylül belgeselleri dönüyor çizik, sepia renklerde. Dönemin sendika ileri gelenleri çıkıp 77’nin Kanlı 1 Mayıs’ını anlatıyor ezberlediğim cümlelerle. İlk kurşunun atıldığı yeri görebiliyorum, panzerlerin sürüklediği Kazancı Yokuşu’nda dava arkadaşlarım var. Öyle ağlıyorum, görsen halimi. Öyle canım yanıyor… Cumartesi annelerine yazılmış bir şarkı çıkıyor karşıma, elimde çerçevesiz bir resimle oturuyorum. Üstüme yapışan parça hüzünler çoğaldıkça birbirine karışıyor. Tanımlanamıyor ama ağırlaşıyor. Bir yandan da “günlük hayatını iyileştirmeye çalışma” ortak misyonuyla normal bir akış. İçim bulanıyor. Ne olabiliyorum, ne çiğ kalıyorum. Lakerda kıvamında pişmişlik derecesi tartışılır bir ben var bende, bende öte, benden ziyade…

bir de Cem Karaca çalıyor ki sorma gitsin...

Monday 20 July 2009

Yeni şeyler söylemek lazım…

Kalkıp gidelim buradan, yeni bir yaşam kurmanın telaşesinde bu kadar “değişiklik” açı olmayız belki. Yoksa evleneceğiz. Üç beş sene sürmez, açlıktan bir çocuk yaparız belki. Onun hayatının değişikliklerine yamanıp yaşamak bizi menapoza kadar götürür herhalde. Kalkıp gidelim yoksa bu birbirini tekrar eden günlerin içindeki ufacık şeyler daha da büyük gözükecek. İşteyken bilmem ne oldu, bugün trafikte bi adam vardı, dün filme gittim, önceki gün konsere, arkadaşlarla bi içtik ki sorma… Sefil sefil detaylar kocaman farklılıklar gibi gelmeye başladı. Yalan işte, görmüyor musun günlerimizin şablon aynı. Kenar süslerinin içini boyayıp duruyoruz. Mutlak özgürlük ne kadar yoksa mutlak farklılık da o kadar yok günlerimiz arasında. Ne zaman bassa bu düşünceler, birisi çıkıp “senin tatilin gelmiş” diyor. Hadi ya! 7 gün denizde çimince geçecek yani! Bi güneş yağı sürsem ooohh bütün dertlerimden kurtulurum.

Şehri yeniden inşa etmek istiyorum oysa. Kendime yeni bir şehir kurmak istiyorum. Ahşap tabelasına mavi yağlı boyayla “Domatesli Bahçe” yazmak istiyorum. Kenarına fesleğene benzemesini umduğum yeşil bir şekil çizmek istiyorum. 5 gün Barselona’da, 10 gün Küba’da kalıp, kışları İstanbul’da, baharları güneyde, yazları Bozca’da geçirmek istiyorum. Yan yana çiftlik evlerinden oluşan ve hepsi kocaman bir ortak avluya açılan evlerde, tüm sevdiklerimle birlikte koloni kurmak istiyorum. Alkışlayayım ama ellerim birbirine değmesin istiyorum anlayacağın…

Saturday 18 April 2009

parle vous...?

O kadar saçma bir hareketti ki, hiç önemsememiş, burun kıvırıp geçmiştim. fakat fransızlar inatla devam etti yaymaya-hem de resmi sitenin büyük reklamlarıyla. düşün ki exupery'nin versiyonu 5 euroya satılırken bu işgüzar kabiliyetsizin kitabı 20 euroya satılmaya başladı. yönetim bilimi kitabı değil ki genişletilmiş baskı yapasın. köküne kadar ayrımcılık yapıyorum ki her haltında bu kadar tutucu davrandığı için gerzek statüsünde değerlendirdiğim fransız halkı, aldı sembollerinden birini uzaylı gibi çizen bu herifi bağrına bastı: Joann Sfar. Küçük Prens'i yeniden çizen adam!

Kötü kedi şerafettin çizgilerine sahip yeni küçük prens bilye gözlü, hin bakışlı, garip şekillerde kucağa oturan çocuk irisi garip bir tip.

Yazarın ve uçağın görünümünü hayal gücümüze bırakan yaratıcısına isyan ederek sigara tiryakisi oğlancı tipli bir karakter çizen sevgili Sfar bu işten güzel bir para kaldırdı. zehir zıkkım olmasını diliyoruz, o ayrı.


Kutadgu Bilig'in başı çektiği 100 temel eser listesinden 2005 yılında MEB tarafından çıkartılan, B612'yi bulan fesli bilimadamını anlatırken isim vermeden Atatürk'ün kıyafet devrimi kısmı yüzünden "diktatör olarak yansıtıyor" sebebiyle Türkiye'de her daim sansürlü basılan eni konu 40 sayfa küçük prens, artık doğduğu memlekette de kelimenin tam anlamıyla p.ç edildi. Vakti zamanında 50 franklık banknotlarn üzerine basılmıştı küçük prensin orjinal çizimi. Avrupa euroya geçti küçük prens ortada kaldı.


fakat sinir bozucu olan bu çizimi sıkça gördüğümden beri gözümün önünden gitmemesi. Mickey Mouse'ın kulaklarını çizmesen bir posuğa benzerdi muhtemelen. küçük prensin de saçlarını ve atkısını değiştirirsen ortada herhangi bir çocuk figürü kalmaz mı? kafası amerikan futbol topu şeklindeki çakma küçük prensin atkısı makina örmesi lamswool olduğndan kelli, uçları da sivri değil.


Kitabın tüm ruhunu yansıtan yalın, temel hatlara sahip çocuk çizimidir -çünkü bunları uçağı bozulan yazarımız çizmektedir ve resim çizmeyi çocukken bırakmıştır, yeteneği o günkü ile aynıdır. çünkü büyüdükçe unuttuğu çocuk algılayışını ortaya çıkaran, kendini o günkü bakış açılarını temsil eden küçük prensle özdeşleştirmesine sebep olan işte bu çizimledir zaten. yani gerçekte var olmayan kendi içindeki çocuğun ortaya çıkma ve tüm dünyayı sorgulama sebebidir, kendiyle hesaplaşmasıdır bu çizimler.


haliyle bu şartlarda uçağı bozulan oğlancı tipli tiryaki yeni yazarımız bir grafiker oluyor. içindeki çocuk ortaya çıkmıyor, kendiyle hesaplaşmasına gerek kalmıyor, kitabı yazmanın da bir alemi yok. İnan ki kızmıyorum. sadece öyle gönül rahatlığıyla, kocaman bir "aptal" diyorum. yani koca fransa kitabın ve içindeki çizimlerin neyi temsil ettiğini anlayamamış, yüz yıldır sansürlü okuyan bir türkler anlamışız öyle mi?


aslında bu çizimin isyanı da yine kitabın içinde var. hem de en sevdiğim cümlesinde:
"Senin ülkendeki insanlar dedi Küçük Prens, tek bir bahçede beş bin gül yetiştiriyorlar... Aradıklarını da burada bulamıyorlar..."

Friday 3 April 2009

tag cloud of my insider song


Saturday 21 March 2009

Şehr-i İstanbul'da 28. Film Nümayişi

Benle yaşıt İstanbul Film Festivali. Her sene bunun sevincini "bilmemkaçıncı İstanbul Film Festivali" diye boy boy afişleri görünce yaşıyorum. Son güne kaldık kitapçık almakta, bir gecede yalayıp yutup seçtik filmlerimizi. Yaşlandıkça, eskilerin tadını aramak gibi bir yaşlı psikozuna girsem de bu sene festivalin "yıkıldığını" söyleyemeyeceğim. üstelik her yıl hevesle beklediğim festival afişi de bu kadar kaypak işi olur!
Her sene baskın bir ülke olur festivalde, ya da bana öyle gelir. Bu sene de dayamışlar kuzey ülkelerini, İsveç soğukluğunda tepkisiz, ödülsüz film kaynıyor. pirinç misali dürte dürte sıcak ülke filmlerini işaretledik. Bu yıl farklı olarak -az biraz duygusal baskı sonucu-eski yapımları da dev ekranda izleyeceğim. Pintiyim ya, kıyamıyorum korsana düşen filme festivalde gitmeye. Haksız da sayılmam, h.içi zaman dar, h.sonuna da kaç tanesini yakalayabilirsin ki... yine de biliyorum ki bu yıl en keyifli yıllarından olacak çünkü ilk defa sarı-damar bir klasikçi olsa da çok iyi bir festival eşim var.

Hadi bakalım filmlerimizi seçtik, gazamız mübarek olsun!

ÜSTATLAR KAHVESİ: Buena Vista'nın tangolusu :) Tonton teyzelerin, sevimli amcaların ağzından tango tarihi. Naif, huzurlu bir belgesel. gitmeden mp3 playerınıza güzel klasik tangolar yükleyin, çıkışta kendinize güzel bir kahve ısmarlayın, ohh mis gibi bir başlangıç yapın festivale.
GİR KANIMA: Çok iddialı, mutlaka gidilmeli. Fantastik, romantik, ödüllü, üstelik de vampir filmi! İsveç yapımı soğuk ülke filmi demeyin, vampirli dedik zaten.
İNTİ-İLLİMANİ: NTV belgesel kuşağı'nın en başarılı filmi. Şili direnişini simgeleyen yasaklı İnti-İllimani grubunun öyküsü. Film seçkilerinde müzik üstüne belgeselleri başarılı ayıklıyor IKSV. Hiç olmadı iki saat müzik dinlemiş olursunuz, gidin!
ABSÜRDİSTAN Kusturica kokulu Alman-Azeri yapımı. Çok arkasında duramayacağım ama keyifli olduğu kesin. Festival demek kahır kahır film görmek demektir tezini çürüten bir komedi.
İT İTİ ISIRIR: City of Gods'ı fazlasıyla hatırlatıyor, onun kadar basarılıdır diye umuyorum. Üstelik Kolombiya'dan çıkan oscar adayı bir ilk film... Kolombiya film endüstrisi hakkında ne biliyosun ki dersen, çok konuşmayın da izleyin derim.
TULPAN: Almanya-Kazakistan-Polonya-Rusya-İsviçre ortak yapımı, çok ülkeli filmlerin tadı başkadır zaten ama Tulpan dolu dolu ödüllü bir komedi.
AGNÈS'İN PLAJLARI: Fransız yeni dalga'nın annanesinin 80 yaşında çektiği 2008 yapımı filmi. Yaşınızdan başınızdan utanın, kadın yapmış kalkın gidin.
REMBRANDT: İTHAM EDİYORUM: bunu ben seçmedim, hatta tablodan film mi olur dedim, üstün üff ne ağırdır bu şimdi bayıltır insanı da dedim yine de merakımdan gidiyorum.
CSNY DÉJÀ VU: bunu da ben seçmedim, ama çamur atmayacağım. Neil Young'ın isyankar belgeseli. hem çlıyor hem çekiyor diyelim.
TONY MANERO: İşte bu komik! Cumartesi gecesi ateşi'nde John Travoltayı o beyaz takım içinde gördüğümde hala gülüyorum. İşte bunu takıntı haline getiren bir adamın çoook komik hikayesi. Dünya yıkılsa da tek derdi Tony Manero olmak...
VIVA ZAPATA!: Bahsettiğim klasiği dev ekranda seyretme keyfi için seçilen film. Ben dedim ediz Hun'un oynadığı Son Kuşlar'a gidelim diye ama çekirdek çıtlamama izin verilmediğinden daha ulusal bir seçim yaptık.
RUMBA: Bence çok başarılı-hissediyorum. Filmin 3 yönetmeni var ve hepsi de filmde oynuyor. Çok renkli, kımıl kımıl
ZAMAN VE ŞEHRE DAİR: bunu da ben seçmdim ama görselliği çok kuvvetli, gidilir mi gidilir.
SİSLERİN İÇİNDEN: Bunu ben seçmedim, gidip de beğenmezseniz mesuliyet almam.

Wednesday 4 March 2009

The Goddess of Monsteria


Sivri burunlu, ince topuklu, fazlasıyla dişi bir ayakkabının üzerine waterproof boya kalemiyle jelibonlu gülen canavarlar dünyası çizmek! Cümle haline getirildiğinde bile “kafaya bak” dedirtecek kadar hayal dünyamı zorlayan bu işi 23 yaşında İzmirli bir kız gayet de ayık kafayla yapıyor. Hatta o kadar ki, tasarımlarına deviant sayfasında rastladığımda beğenip satınaldığı İtalyan ayakkabıların fotoğrafını çekmiş sandım-hem de uzun zaman boyunca. E tamam, bende eşeklik ki sayfayı adam gibi incelememişim ama kimin aklına gelir bu ufacık tefecik yaratığın içi topu turşucuk çıkacağını.

Nur Teker –namı diğer milkyhead- muhtemelen eline geçirdiği her şeyi boyayarak ve yine muhtemelen yarattığı şeyin ne kadar başarılı olduğunun farkında olmayarak başladığı bu işle ufaktan da olsa duyulmaya başladı. Arena dergisinde roportajı yayınlandı, Galatasaray'daki Lazy'de ürünleri satılıyor-hata hemen tükeniyor. Fakat çoktan Milano’da tasarım haftasında eserlerini sergiliyor olmalıydı. O kadar hastası sevdim işlerini.

Bir ayakkabıyı alıp ispirtolu kalemlerle boyama işini Adidas daha 2 sene önce keşfetmiş olsa da, Nur’un tasarımları çoktan almış yürümüş. Tasarımları ikonlar, boş alanlardaki sembollerden oluşsa biraz daha normale yakın olabilirdi elbet. Ama o ufak yüzeyler üzerinden koca bir dünyayı tüm detaylarıyla yaratıyor. Her bir köşesinde rengarek canavarlar, jelibonlar, şekerler, tabelalar, pamuk bulutlar, gaudi renklerinde binalar yükseliyor.

Ee ben şimdi niye pazarlamacı gibi bunu yazıyorum kendi bloguma dersek, sanırım bu küçük jelibonun uç noktalardaki başka kafası beni fazlasıyla etkiledi. Hem yarattıklarına şaşkınlığım hem her şeyin el yapımı ve özel tasarım olması hem de bir an önce ün salıp dünyaya açılması isteği. Yok yok şu an Avrupanın biyerlerinde moda tasarmı yapıyor olmalı. İnsanlar yeni tasarımlar için sırada beklemeli, tüm dergiler gavurca başlklarda Milkyhead yazmalı… evet evet, acil,derhal, hemen şimdi…
MUTLAKA ZİYARET EDİN! ZİYARET NE DEMEK BİLDİĞİNİZ AÇIN BAKIN EŞE DOSTA FORWARDLAYIN:
http://milkyhead.tumblr.com

http://www.facebook.com/group.php?gid=71737377664&ref=mf#/group.php?gid=71737377664

Sunday 8 February 2009

varlığın için...

Zordu… Yan yana, üstesinden gelmek de denmez ya hani; içimiz buruk, kırgın biraz neye ve kime olduğunu bilmeden, geçip gitti de denmez elbet; bir iz bıraktık. İçimizde, pek küçük olmayan ama gözden uzak bir köşeye koyduğumuz bir çizik bıraktık. Bizim çiziğimiz, sahip çıktığımız kendi burukluğumuz. Susup bakıştığımız, dudaklarımızın büküldüğü, usulca sarıldığımız… yazılamayan, söylenemeyen, 'keşke'lenemeyen...

Tuesday 20 January 2009

Yağmur çamur şeklinde yağabilir

“İstanbul yarın bulutlanacak, sıcaklık 15 derece. Öğleden sonra Avrupa yakasında yağmur görülecek, yağmur çamur şeklinde yağabilir.” Az önce NTV’nin cebime gönderdiği haber özeti. Dikkat olun, üst baş batabilir diye uyarmak mı istemiş, hava kirliliğinden mi dem vurmuş yoksa böyle bir meteorolojik tabir dilimize girdi haberim mi yok bilemedim. Bildiğim hiçbir şey eskisi gibi değil. Hiçbir şey, bırak yıllar öncesini 2 hafta önceki gibi değil. Hava durumu özetleri bile aptal ifadelerle doluyor, bin şekli varken bunu 120 karakterde söylemenin. Bin şekli varken yaşanan krizlerin ve bin şekli varken adalet dengesinin ve bin şekli varken muhalefet yapmanın ve bin şekli varken kamera şovu protestolar yerine etkili eylemlerin ve bin şekli varken dünya dengesinin… Yağmur çamur şeklinde yağabilir diyoruz bin şekli varken. 15 yaşında dünyayı çözmüş, tüm dengelerin nasıl kurulacağını bulmuş, dünyanın tüm sorunlarını sonlandıracak kadar ergenlik ukalalığı yaşarken de aynı şeyleri düşünüyordum. Ben bile görebiliyorken gerçekleri, haksızlığı ve apaçık duran çözümü nasıl tüm dünya görmezdi? Komiktir ki tam da bu aralar aynı şeyler üşüşüyor aklıma. Eski öfkem kalmamış artık, galiba bizi uyuşturan bu. “Cehalet mutluluktur”; müdahale edebilecek gücüm var sandığım 15 yaş cahilliğine hasretim. Dönüp dolaşıp tek bir insan-birey faktöründe kilitlenen tüm dengeler inandığım büyük ütopyadan, kendi yapay ütopyamı kurmaya yönlendirse de artık bu toprakları bile bana sunacağından emin değilim.

Bırakıp gidebilirim çok da fazla düşünmeden ardımda kalanları. İsteyen gelir zaten ki gideceğim yeri istediğimiz için hepimiz beraberiz. Gelmese de kimse, kış günü kapalı hava hüznüyle değil ama domatese can verebilecek bir güneşli günde gidebilirim iyot kokulu ütopyama. Her denge değişir ve inançlarım çok güçlü adil zamanlara. Başkasını özgür bırakacak özverideki her hareket insanın kendisini özgür kılar. Sevgi zaman aşımına, işe güce, o günkü ruh haline yenik düşmez. Biz yalnızca kolay bahaneler üretmeyi severiz özgürlüğü engellerken ve sevgimizi göstermezken. İşte bu bahanelerin ucuzluğuna yenik düşmemek için bırakıp gidebilirim, kimi anlarda onlardan birine dönüştüğümü fark ederken. İnsanoğlu çiğ süt emmiş, aldıkça fazlasını ister ya. Azıyla yetindiğim mutlu günlerim var oysa-elektrik kesintilerinde zamanın tükenmediği. Çok sözüm var söylenecek ama inançlarım kırar diye korkuyorum çok söylemek-çözümü basit dört işlemken karmaşık denklemlere kan bulaşmış çünkü çoktan.

O zaman Kadir İnanır’ın Ceza filminde söylediği gibi “Lanet Olsun Atom Fiziğine”

fotograflar: James Nachtwey
"I am a witness and I want my testimony to be honest and uncensored. I also want it to be powerful and eloquent and do justice to the people I’m photographing."

Monday 5 January 2009

Serbest Nazım Ölçüsü Zincrlikuyu'ya Sığmaz


Kimi siyasi damarlılar için "yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine"
Kimi romantikler için "mavi gözlü bir devdi, minnacık bir kadını sevdi"
Kimi Cem Karacacılar için "hava kurşun gibi ağır" ve "ben bir ceviz ağacıyım gülhane parkında"
Kimi hasretlikler için "daima iyi şeyler düşünmeli bir mahpusun karısı"
Kimi ayrılamayanlar için "külümün içinde külün ta ki bir savruk gelin yahut vefasız bir torun bizi ordan atana kadar"
Kimi isyanlar için "Yağmur çiseliyor, gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir"
Kimi tekil kanlar için "Bu gemi bir kara tabut, bu deniz bir ölü deniz"
Kimi aşıklar için "Ne güzel şey hatırlamak seni"

Daha nice kimileri için bitmeyen dizelerdir, ikonlardır, Abidin Dinodur-Mutluluğun resmidir, Pablo Nerudadır, Yevtuşenkodur, Sartredır, Ferayedir, Şeyh Bedreddin Destanıdır, Harp Okulu Olaylarıdır, Livaneli şarkılarıdır, yakışıklı adamdır, yasaklı şairdir, bizim Nazımdır ve bir o kadar serbest nazımdır...

Hepimiz içinse zaten Nazım vatan-daştır

Ne TC Kimlik numaralı ölüm kaydına, ne de oyçokluğuna hacet yoktur. Ben Nazımı yasaklı sevdim, AKP onaylı değil...
NTV Haber-Nâzım Hikmet yeniden vatandaşlığa alınıyor: