Adadan beri böyle… Garip bir iç huzur, kimi zaman sersem bir gülümseme yapışan suratıma, dünya yıkılsa çok da canım sıkılmayabilir. Adaya adım attığımdan beri böyle… Ardından çok söz, çok hikaye yazdım elbette. Ama oradayken çok sevdiğim birine birkaç satır karalamıştım. Bozcaada postanesinden üzüm resimli bir pulla yollamak istesem de son noktayı koyamamışım adanın rüzgarında.
“…diyeceğim odur ki, evim galiba orası. Kaynağını bilemediğimiz Egelilik de oradan geliyor. Biraz rüzgarda migreni tutan ben adanın poyrazında ıslak saçlarımı kuruttuysam; iki kadehte yanaklarım pembeleşirken öğlenki soğuk şarabımı gece rakıyla aldattıysam bil ki evim orasıdır. Geçirdiğin yarım günün sonunda sen sandığın her şey gidip de kendin kalınca ortada, üstündeki şehirlilik gömleklerini bir bir soyunup çırılçıplak durunca poyrazda, anlıyorsun…”
İçimin deniz ve poyraz kokusu, kentin baskın beton kokusuna rağmen hala geçmedi. Sadece nefes alabilmemize anlam veremiyorum bazen. Hava kokusu alamıyorum çoğu zaman; yıldız görmek mucize istiyor ve mucizelere inanmıyor bu kentin insanları. Zaten kafasını göğe çevirdiğini de söyleyemem pek, içlerinde “accross the universe” çalmıyor hiç. Demek değil ki her gün bayram, ben bir Pollyanna sokaklarda, kasaba halkıyla müzikal çeviriyorum. Ya da demek değil ki her Pazartesi neşeli şarkılarla işe gidiyorum-trafik sıkışıkken yandaki otobüse küfretmiyorum ve gazete başlıklarına tebessümle bakıyorum. Gün yine aynı, kapalı havalar beni de depresif yapıyor elbet, hala yarım kalmış aşkların ve kanayan başkaldırıların acıları içimde, hala hüzünlü şarkılar ağlatıyor. Ama, dedim ya adaya gittiğimden beri rüzgarla temizlenmiş bir kadın, içimde ütopyaya inancını büyütüyor… kendi ütopyama… sadece bizim gibilerin varolduğu günlere inancım, ne kadar büyüsem de bitmiyor. Herkesin eliyle fesleğenin yapraklarına dokunup koklamak kadar hissetmeyi sevdiği bir yaşama... Geçmişin acılarına, işkencelere, baskı gören azınlıklara, güçlü ve inatçı kadınların çocuk yetiştirdiği topraklara, kana bulanan kent meydanlarına, çocukluğa işleyen postal izlerine, yakılmış kitap kokusuna, susturulmuş bağırışlara, yasaklara ve yasaklananlara saygımızı yitirmeden, her yağmurla hafızalarımızı silmeden, bu kadar çabuk unutmadan kuracağımız ütopyaya inancım hiç geçmedi… Bahçesinde çocukların koşturduğu, mavi pervazlı, beyaz badanalı evlerin arka bahçesine kurulan çilingir sofralarında, iki parmak rakıyı paylaşır gibi eşitlikçi ve apolitik günlere inancım geçmedi. Yeraltı edebiyatının karanlık sever yazarlarının da, sokakta sızıp kalan gececinin de, arka mahalledeki fahişenin de, senin de benim de bir sabah uyanıp günaydınlaşacağımız sabaha, sadece emeğin ve yaratıcılığın değer bulacağı zamanlara… Adada kendimle kalınca fark ettim ki, inancım hiç geçmedi… adadan beri böyle...
4 comments:
bu kadar unut verici olacaksa ben de adayagitmek isteirm. unutmamak laızmdır ki umur saman alevi gibidir. vazla kapılmamak gerekir.
Ah ne güzel ifade etmişsin. Aynı inanç bende de hep var. Yazıyı okurken adanın kokusu geldi burnuma. Bu inançla yaşadıkça insan daha mutlu oluyor ama değil mi...
Ben bu yazının altına imzamı atarım ama intial olur. o kadar güzel olmuş. ben de fesleğen severim ayrıca.
yorumu uzatırsam ağzım bozulabilir burada kesiyorum. ne de olsa bu da bir ada alışkanlığı, üç nokta...
çok güzelde, yazınızın içinde kayboldum..Ada rüzgarları hiç eksilmesin hayatınızdan,şehir de de essin dilerim.
Post a Comment